Lightroom Rutinim, Fotoğraf Seçmekten Basit Düzenlemeye Kadar

0

Epey zamandır yoktum, kabul. Lightroom’u nasıl kullanıyorum, alışkanlığım nasıl. Kendi son çektiğim karelerden birkaçını düzenlerken Lightroom kullanımı, bazı kolay kullanım alışkanlıkları, kendi yöntemlerimi paylaşacağım. Fotoğraf konuşacağız. Uzun bir araya son diyeceğim.

00:00 Lightroom ile fotoğraf düzeneleme rutinim
03:03 Lightroom Versiyonu ve Camera Raw Versiyonu
03:22 Camera Raw Versiyonu Neden Önemli?
04:36 Lightroom’da Jpeg ve Raw Fotoğrafları Neden Birlikte Gösteriyor?
06:22 Neden Raw Çekilir Neden Jpeg Fotoğraf Çekilir, Farkı Nedir?
08:02 Şu Sıralar Neden Raw Çekmeke Başladım?
08:34 Raw Çekmenin Dezavantajı Nedir?
09:29 Raw Çekmenin Avantajı Nedir?
09:55 Fotoğraf Makinelerinin Raw Formatı İsimleri Aynı mı?
10:40 Lightroomda Histogram İzleme ve Çekim Ayarlarına Bakmak
11:20 Diyafram ve Enstantene Değişince Fotoğraf Nasıl Değişmiş
11:45 Lightroom’da Fotoğrafları İşaretleme Renkleme, Bayrak Atama veya Yıldız Puan Vermek
12:20 Lightroom’da Fotoğrafları Düzenlemeye Başlamadan Nasıl Ayıklarsınız?
12:40 Çektiğiniz Toplu Fotoğrafları Nasıl İnceler İyileri Nasıl Ayırırsınız? Nasıl Seçim Yapılır?
14:30 Fotoğraf Arasında Nasıl Seçim Yaparız? Hangisi Güzel Hangisini Seçmeli?
18:07 Lightroom’da İşaretli Fotoğrafları Nasıl Filtreleriz?
18:39 Lightroom’da Library Develop Bölümü Arasında Geçiş
19:00 Lightroom’da Library Bölümünde Fotoğrafları Nasıl Süzeriz?
20:30 Lightroom’da Develop Bölümünde Lens Düzeltmesi Nasıl Yapılır? Lens Bilginiz Yoksa Ne Yapmalısınız?
22:21 Lightroom’da Mimari Perspektif Düzeltmesi Nasıl Yapılır? Transform Ayarlarının Kullanılması.
23:56 Lightroom’da Crop Yapmak, Oransal Crop Seçenekleri
24:57 Lightroom’da Fotoğrafı Döndürmek, Eğik Fotoğrafı Düzeltmek
25:21 Lightroom’da Sağ Panelleri Açıp Kapamak Temiz Çalışma Düzeni Oluşturmak
26:00 Lightroom’da Histogram Okuma, Histogram Ne İfade Ediyor? Histograma Bakarak Pozlama Yapmak.
28:50 Lightroom’da Bölgesel Uygulama İçin Fırça Kullanımı
30:30 Lightroom’da Örnek Bir Fotoğrafı Düzenlemek Nelere Dikkat Etmeliyiz
35:40 Lightroom’da Vignet Nasıl Eklenir Nasıl Kaldırılır
42:50 Lightroom’da Bölgesel Gradien Işık Vermek veya Karartmak
43:38 Lightroom’da Print Modu ile Instagram İçin Kare Formatta Jpeg Almak
44:59 Lightroom’da Raw veya Jpeg İşlenmişi Export Nasıl Yaparsınız?

Bir Fotoğrafçının Son Şansı: Kodachrome

2

Bildiğiniz yol hikayelerinden birisi değil. Bu defa hem yol serüveni hem varılan hedef, bilmediğiniz bir serüven olmasa da analog fotoğrafçılığın olmazsa olmazlarından dia pozitif filmlerden Kodachrome’un bitişinin hikayesi yazar Jonathon Trapper tarafından duygusal bir bağ ile ele alınmış. Bu duygusallığı simgeleyen Ben (Ed Harris) artık tüm aksiliğine, iyi fotoğrafçı oluşuna hatta çok da kötü bir baba olmasına rağmen ölmek üzeredir. Oğlu Matt (Jason Sudeikis) ile araları da pek parlak değildir ve bu ilişkinin eleştirisini kimi zaman oğlunun penceresinden bakarken öte yandan bir fotoğrafçı baba tarafından yapabileceksiniz. Her ikisi için de yapılan bu son yolculuk, Amerika’nın günümüz coğrafyası yerine tıpkı analog fotoğrafçılığın bittiğini simgelemek için maziye öykünerek ekrana getirilmiş. Dostlukların, ilişkilerin ve hatta arabaların bile analog döneminin farklı olduğu filmde kullanılan renkler, biraz romantik ve biraz da dramatik kurgu ile göz önüne serilmeye çalışılmış. 100 dakika boyunca sıkılmadan izlediğim bu film, fotoğraf makinelerini, basılı fotoğrafı yani özünde fotoğrafı seven hem de dia pozitif zamanını yaşamış ve Taşkışla’nın amfilerinde ders alırken son dia pozitifler ile yapılan sunumları izlemiş birine çok güzel duygular hissettirdi.

Yapım yılı, 2017.
Film süresi, 100 dakika.
IMBD Puanı: 6,8 (11bin oy, 01/2021)
Benim Puanım: 9/10

Film hakkında IMDB sayfası linki.

Film Afişi:

Kodachrome, 2017 Film Afişi

Fotoğraf Karnem Hazır: Takvim

0

Son bir yıl içinde, başkalarına gösterebileceğiniz düzeyde ne kadar fotoğraf çektiniz? Ben bunu kendime son iki yıldır soruyorum. Geçen yıl bunu bir karne şeklinde hazırladım kendime hatta. Ne mi yaptım? Bir takvim hazırladım.

Kabul etmek gerekirse, deklanşöre bastığımız her kare “kendimizce sanatsal” düzeyde olmayabilir. Bu sebeple ben fotoğraflarımı iki kategoride arşivliyorum; anı ve sanat. Sanat derken, kendimi bir yerlere yüceltmektense “o amaca yönelik” fotoğrafları bu klasörde tutuyorum. Bu arada, artık fotoğrafları çekerken daha fazla düşünüyorum. Nedense 2019’da biraz daha ama 2020’de fotoğrafta büyüdüğümü hissetmeye başladım. Sanırım biraz biraz, artık kendi tarzımı buluyorum. Bu konulara sonra değinirim, takvim konusunda fazla ayrılmayım.

Takvim için 2019 yılında, son 3-4 yıllık arşivimde biraz fotoğraflara baktım. Toplam 12 ay için, 80’e yakın fotoğraf çıkardım. Sonra bunları mavsimleri düşünerek bir dağıtım yaptım ve beğendiğim birer tanesini seçerek 12 adet fotoğraftan bir takvim yaptım. 2020 Takvimim. Tabi sadece bilgisayarda tutmadım, bunu bir baskı haline de getirdim. Seri bir üretime geçemesem de, bir tane basmayı başardım ve onu birisine de hediye ettim.

Bu yıl kendimi daha da sıkıştırarak, sadece 2020 yılında çektiklerimden bir takvim yapma kararı aldım. Bu hem bir eser çıkarma gayesini barındırıyor hem de kendimle “fotoğraf çekme güdüsü” üzerinde bir hesaplaşmayı barındırıyor. Kısacası “bu yıl fotoğraf için ne yaptın” diyorum kendime.

Fotoğraf bir hobi benim için ve yoğun iş yaşamından kaçmak için, fotoğraf çekmekten izlemeye kadar tüm faaliyetler beni rahatlatıyor. Ancak bir eser çıkarmadıkça da rahatlayamadığımı hissediyorum. Geriye bakıyorum ve bir takvim tamamlayabilmiş olmak beni çok rahatlatıyor. Bu yıl yaptığım takvimi de bastıracağım ve yine birisine hediye edeceğim.

Kimbilir belki bir gün Pirelli takvimi gibi olmasa da, masa üstlerinde duracak bir takvim haline getirebilirim. Şimdiden iyi bir yıl diliyorum, 2021 boş şans, sağlık ve mutluluk getirsin.

Not: Fotoğraf için Brooke LarkUnsplash’a teşekkürler.

Dijital Negatif Çekmeyeceğim!

0

Uzun zaman dijital negatif (RAW) çekmenin yararını gördüm ama artık buna son veriyorum. Baştan şunu söylemeliyim, RAW hayat kurtarır. Buna inandığım için 2005 yılından bu yana, çektiğim fotoğrafların belki %70’ini RAW formatında (Nikon NEF, Canon CR2, Sony ARW) olarak çektim. Özellikle düzenleme aşamasında, hatalı alanları (koyu alanları açmak, fazla pozlanmış yerleri kurtarmak) düzeltmek için oldukça faydalı. Ama!

RAW’un dezavantajlarını da unutmamak lazım. Birincisi RAW fotoğraf çok yer kaplıyor. Bu hem hafıza kartı için hem de harici yedekleme diskleri için geçerli bir durum. Fazladan disk ve hafıza kartı yatırımı yapmanız gerekiyor. İkincisi büyük dosyayı işlemek de zaman alıyor, bu da bilgisayar yatırımı anlamına geliyor. Sony A7R M3 ile çektiğim bir RAW fotoğraf yaklaşık 80mb civarı yer tutuyor. Üçüncüsü, tüm çektiklerinizi JPEG’e dönüştürmeniz gerekiyor. Eğer çift kayıt seçeneği ile çekim yaparsanız (JPEG+RAW), JPEG’lerden beğendiğiniz fotoğrafları dönüştürmenize gerek yok. JPEG’leri doğrudan kullanabilirsiniz. Ama RAW’lardan ayıklama, JPEG’leri oluşturma, oluşturulanları seçmek; işte bunların hepsi bir süreç ve zaman demek.

Geçtiğimiz haftalarda bir çalışma yaptım arşivim üzerinde yaklaşık 100bin fotoğraf olduğunu gördüm. Önce RAW çekip, dokunmadığım fotoğrafları ayıkladım. İyi olanları işaretleyip, diğerlerini sildim. Sonra RAW+JPEG dosyalarımda ticari veya portfolyoma koymak isteyip istemediklerimi belirleyip beğendiğim RAW’ları işaretledim ve gerisini sildim. Son aşama beğendiğim RAW’ları düzenleyip JPEG olarak kaydediyorum. Tamamı bitmesede, sanırım 45bin civarında bir fotoğraf sayısına düşebilmeyi başardım. Bu benim ikinci temizliğimdi.

RAW hayat kurtarır mı? Evet kimi zaman kurtarır (netlik hatası vs yoksa) ancak kurtarılacak fotoğraf çekmemeyi öğrenmek gerekiyor. Artık bu sebeplerle RAW çekmeme gerek yok.

Sadece, ticari bir iş aldığım zaman kurtarma fotoğraflarında RAW çekebilirim. Bunun dışında artık RAW çekmeyi düşünmüyorum.

Fotoğraf: cottonbro adlı kişinin Pexels‘daki fotoğrafıdır.

İlk yayın tarihi: 13 Ekim 2020

Ekipmanlarım

2

Başlığı nasıl atacağım derken, önce “ekipmanlarım” iyi olur diye düşünürken, ben bisiklet ve gezi de yazıyorum diye düşününce “fotoğraf ekipmanlarım” daha doğru durabilir dedim. Ama fotoğraf ve video o kadar iç içe girdi ki hem benim için hem de küresel anlamda fotoğrafçılar için “fotoğraf video ekipmanlarım” daha iyi olabilir derken, geri döndüm ve EKİPMANLARIM diye başlayım dedim.

Youtube kanalı üzerinden olsun, eş dost ve sevenler olsun en çok gelen sorular “hangisi daha iyi” ya da “sence ne alayım” bu soruların cevabı zor. Blog, vlog, inceleme, video derken zaten tüm bu karşılıksız emekler bu soruların “kendimce cevabı” için. Ama okumak, izlemek, arayıp-bulmak pek sevilmediği için tekrar tekrar bu sorular gündeme geliyor.

Ben de, şöyle bir sayfa yapayım bir köşeye iğnelerim, arada güncellerim hem de kısa kısa sonra bu ekipmanlara linkler vererek genişletirim.

Nikon D700’üm sattığımda tam bu kondisyondaydı

Fotoğraf Makineleri

En çok kullandığım full-frame canavar: Sony A7r MIII

Sokak yürüyüşleri, ani evden çıkışlar, vlog çekimi gibi anlarda yardıma koşan şahane ufaklık: Sony RX100 MIV

Dönen ekranı, ufaklığı, RAW çekmesi ile gönlümü çelen çok güzel fotoğraflar çektiğim şimdilerde eşimin kullandığı: Canon G12

Telefonumu da zaman zaman fotoğraf makinesi olarak kullanıyorum: Samsung Note 8

Hediye gelen, zaman zaman kullandığım şip-şak çek: Polaroid 780

Dijitalin adı, manuelin tadı kategorisinde filmli analog makine: Canon AE1 Program

Amcamdan hediye gelen, orta format üstten bakaçlı analog filmli: Lubitel

Diğer amcamdan hediye gelen, pili sebebiyle henüz çalıştıramadığım ilk dijitallerden: Leica Digilux 1

Artık olmayan fotoğraf makinelerim: Zenith 122 (çalındı), Olympus şipşak dijital, Kodak APS film (efsane bir makineydi), Nikon D50, Nikon D300, Nikon D7200, Nikon F100 (çalındı, Şafak’ın makinesi), Nikon D700 (yerin hep başka olacak D700), Nikon D810, Sony A7r MII (ilk aynasız dslrım, heyecanlarım, tutkularım senin de yerin bambaşka).

Canon AE-1 Program ile aldığım lens, Sony aynasızda da favorilerimden.

Lensler

Günlük yürüyüşler için tak-gez diyebileceğim zoom lensim: Sony Zeiss 24-70 f4

Uzakları çekmek için kullandığım tele zoom lensim: Sony 70-200 f4

Doğa manzara ve mimari çekimler için kullandığım geniş açı zoom lensim: Tamron 17-28 f2.8

Portre için kullandığım lensim: Sony 85mm f1.8

Sokak fotoğrafı, portre ve videolarda kullandığım güzidem: Samyang 45mm f1.8

Nikon makinelerimde kullandığım, sevemediğim bir türlü memnun kalamadığım hayal kırıklığım: Nikkor 50mm f1.4

Nikon bayonetli çok sevdiğim: Sigma 10-20 f4.5-5.6

Nikon’da kullandığım Nikon bayonetli efsane lensim: Sigma 105mm f2.8 Macro

Nikon’da kullandığım vazgeçilmezim: Nikkor 17-38 f.28

Nikon’da kullandığım mis gibi çekimler yapan: Nikkor 80-200 f.28

Nikon’da kullandığım, nerden aldım Allah’ım dedirten karışık duygular yaşadan Nikkor 10.5mm f2.8 Fisheye

Sevdim ama tam verim alamadım, şimdi yok.

Ses Kayıt

Görünüşü ile mest eden, karmaşası ile dert ettiren kayıt cihazım Tascam DR100 MII (KenReockWell incelemesi)

Ufak tefek canavarım Zoom H1

Arada sırada kullandığım, eskilerden bugüne taş gibi kalan emektar Olympus (modelini hatırlayamadım sonra eklerim)

İnternetten bir foto

Mikrofon

Mikrofon işini çözmem uzun sürdüm, ekonomik olmaya çalıştım çabaladım yoruldum vazgeçtim ve markalı ürünlere döndüm. Ama değişik markalarla da neler çıkabileceğini şu videomda özetledim.

Yaka mikrofonu olarak kullandığım: RodeSmartLav+

Yaka mikrofonu olarak kullandığım mobil telefonlara ve stereo girişlere uyumlu birçok mikrofon var. İleride ekleyebilirim. Bunlar adsız sansız ürünler.

Kablosuz ses aktarıcı ile kayıt yapılan cihaza (kamera-fotoğraf makinesi olabilir) ses ileten receiver-transmiltter cihazı: Azden WM-WR Pro (inceleme videom)

Kamera üstü doğrusal sesi algılayan shotgun mikrofon: Sidande

Kamera üstü shotgun mikrofon, bana “oh be dünya varmış” dedirten ürün: Rode VideoMic Pro+

Cokin gitti kare sistem filtre bitti benim için.

Filtre

Olmazsa olmaz ama parayı da söküp alan aksesuarlar. Kıyamadım bir türlü BW almaya ama genelde fiyat/performansı iyi olan filtreleri almaya çalıştım. Ucuzu -ki kötüsü oluyor genelde- insanın başına dert olur. Parlar, yansır, lens kalitesini bozar ve hatta bozulur ki lensiniz bozuldu sanarsınız. Onun için berbatına bulaşmamak lazım.

Her lensimde bir tane UV takılı olur, duruma göre iç mekan video çekimlerinde çıkarıyorum. Markalarını zamanla buraya eklerim.

Polarize, olmazsa olmazım. Güneşin olduğu günlerde renkleri dolu dolu yapan, yansımaları kırmaya yarayan dairesel polarize filtreleri çok seviyorum. Markalarını zamanla buraya eklerim. Nedir derseniz, zamanında çektiğim bir videomu izleyebilirsiniz.

ND, uzun pozlama için gerekli ortamı sağlayan bu güneş gözlüğü mantığındaki camlar oldukça faydalı. Pahalı olması sebebiyle, en iyisini alıp step-down ile küçük lenslere takabilirsiniz. Bu yöntemi Zeynep’ten duymuştum, çok faydasını gördüm. Nedir derseniz, ND hakkında zamanında çektiğim bir videomu izleyebilirsiniz.

İnternetten bir foto.

Tripod

Fetişizme götürür insanı, çok güzel ürünler. Bazı konularda takıntım var, kesinlikle. Fotoğrafta da tripod, bir mağazaya girdiğimde incelediğim ürünlerden. Makine güvenliği için, sırt ve bel sağlığı için iyi tripod hayat kurtarır. Benim hafif tripodlarım olmadı, Emrah’a bağlamayacağım ama karbon tripodlara bütçe ayıramadım henüz.

Şimdilerde olmayan, çok estetik bir tripodumuz vardı. Babamın fotoğrafla ilgilendiği dönemlerde aldığı, yıllarca yanımızdan ayrılmayan bu kıpkırmızı nikel kaplamalı ve ultra küçük tripodun yerini hiçbiri tutamayacak. Bir gün fotoğrafını bulursam mutlaka ekleyeceğim.

İlk resmi tripodum, kafası ile ayağı birleşik Manfrotto 718 SH. Hala durur ve kullanıyorum. Artık kelepçeleri çatlasa da, plateini hırsız çalsa da hepsini yerine tek tek koydum ve kullanıyorum. 2005 yılında aldım sanırım. Epey dayanıklıymış.

Esaslı üç kollu, medarı iftarım benim. Ayağı Manfrotto XPPro 190 ve üç kollu kafası Manfrotto 804RC2. Tartışmasız mükemmel bir tripod.

Video için aldığım tripodumun ayağı Manfrotto 190 (XPPro’dan farklı yüksekliği ve klipsleri) ve akışkan denilen fluid video kafası Manfrotto MVH500AH. Bu tripod ikilisini de çok sevdim. Kafa bambaşka, oldukça kullanışlı.

Tripod diye açtım başlığı ancak bir monopod ekliyorum buraya. Taşıması pratik, hafif ve sağlam bir tek ayak Manfrotto 390. Üzerinde kafa olmadığı için takması çıkarması zor, basit bir kafa alınabilir, ben öyle yaptım. Fazla kullanamadım, gündemime alıyorum.

Çakma gorillapod. Ahtapot gibi ayakları olup her yere yapıştığı iddia edilen hafif ama hareketli tirpodlardan. Epey kullandım, artık bebek kamerası taşıyor.

Masa üstü, dslr taşıyabilen mini tripodlardan da muhtelif sayıda var. Sony RX100 MIV ve Canon G12 ile fotoğraf video çekerken kullanıyorum.

Seyahat için uygun, ucuz, ufak ve güzel bir tripodum olsun istedim işte kendisi: Selens. İnternette aramayın bulamazsınız kendisi AliExpress harikası.

Ahtapot görünümlü tripodlar daima ilgimi çekti, ben de artık dayanamadım ve vlog gibi çekimlerde DSLR taşıyabilecek bir Joby Gorillapod 5K aldım. Çok iyi yapmışım, bu kadar durmam hataymış. Oh be dedirtti.

Makinesi gitti flaşı kaldı

Flaş

Nikon’dan emanet kalan iki adet Nikon SB-800‘üm var. Hala Calumet triger ile kullanıyorum.

Sony’ye geçince, native bir flaşım olsun dedim ama baktım çok pahalı hemen yüzümü Godo(x)’ya döndüm. Ufacık tefecik bir tane aldım, madem aynasıza geçtik abartmayalım kabilinden: Godox TT350S.

Bir de stüdyo flaşları var tabi.2006 yılından bu yana benimle olan iki Hensel ve iki Courtenay paraflaşlar hala işimi görüyor. Belki de artık yaşlandılar ama gittiği kadar duracaklar.

Işıkölçer, faydalı birşey. Öğrendikçe anladım.

Aksesuarlar

Bu başlık “others” diyip “diğer” kategorisinden herşeyi tıkıştırabileceğim bir başlık olabilir. Ama yine de hijyen davranmaya çalışacağım.

En sevdiğim fotoğraf ekipmanım sanırım, benim güzel ışık ölçerim: Sekonic L-358.

Makro çekmeye yarayan elektronik AF özellikli: Fotga Macro Extension Tube.

Reflektör, difüzör, yeşil-mavi ve ışık emiciler. Dairesel ve eliptik muhtelif miktarda ve ebatta.

Video çekimleri için 60cm manuel: Slide

Video çekimleri için 55cm manuel: Steadycam

Timelapse ve video için uzaktan kumanda: YouPro VT-2

Tepe flaşlarını kablosuz tetikleyici: Calumet

Muhtelif SD kartlar: 2x64gb Lexar UHS-II, 2x16gb Lexar UHS, 1x32gb Toshiba

Sanırım bir sürü unuttum ama bir başlangıç yaptım. Bu yazı bitmez, öyle diyim. Devam edeceğim. Günceller, günceller sunarım temcit pilavı gibi. Sis siteye abone olun yine de 🙂

Tamron 17-28 f2.8 Lens Ön İnceleme Hem de İlk

Evet ilk, bunu özellikle yazdım çünkü şimdilik sadece İngilizce az sayıda adı geçen lensi aldım ve ilk ben yazıcam 🙂 egolu bir günde olabilirim.

Ben yazı okuyamam diyenleri videoya alayım:

E mount Sony A7Riii fotoğraf makinem için uzun zamandır bir geniş açı arıyordum. Hatta bir kaç arkadaşımla (Fatih ve Aslı ile) de görüştüm, Babataş’tan Kemal ile görüştüm ve alternatifleri dinledim. Uzun zamandır bloglarda ve videolarda alternatiflerimi çıkardım. Benim ihtiyacım en az f2.8 olan, filtre takabileceğim (polarize, nd ve uv) ve bütçemi sarsmayacak bir lens. Ancak alternatiflerde bunlar yan yana bulabilmem maalesef mümkün olmuyordu. Alternatifler şunlardı:

  • Sony G Master 16-35 f2.8
  • Samyang 14 f2.8
  • Zeiss Batis 18 f2.8
  • Sigma 20 f1.4

Sony ve Zeiss fiyat olarak çok pahalı ve Samyang ve Sigma’ya filtre takılmıyor. Böyle olunca ben araştırmaya devam ettim. Bu epey sürdü 1-1,5 sene sürdü. Beni bilenler tahmin eder, araştırırım. Körü körüne asla almam. Hislerime de çok kolay yenilmem bu sebeple mantıklı alternatifleri değerlendiririm. 2019 yılında Tamron 28-75 f2.8 FE lensi duyurunca bir söylenti çıkmıştı, bu seri devam edecek diye. Ben de heyecanlanmıştım ama ürün gelmeyince, artık Zeiss Batis üzerinde neredeyse odaklanmaya başlamıştım. İkinci el bir Batis almak için araştırıyordum. Sonra bir fotoğrafçı arkadaşım, sabit odaktan ben memnun kalmadım diyince, aklıma bir kuşku düşmedi değil.

Nikon’da uzun zaman Nikkor 17-35 f2.8 lens kullanmıştım ve en sevdiğim lenslerden biriydi ta ki bozulup benim Nikon D810’umun netlik sorunu olduğunu ortaya çıkarıp çifte masraf çıkarıncaya kadar.

Velhasıl, Tamron 17-28 f2.8’i sipariş ettim, henüz Türkiye’de yok. Avrupa’dan aldım. Fiyat 815€, TL’ye çevirirsek 5200 TL. Az değil elbet. Samyang daha uygun kalıyordu fiyat olarak ama filtre mevzusu beni Tamron’a yönlendirdi.

Şekil Şemal

Lens ebat olarak Sony 24-70f4 ile aynı, birebir diyebilirim. Filtre çapı 67mm, ufak olması filtre maliyeti açısında gayet iyi. Elde olan 67mm filtreleri kullanabileceğim çünkü Sonu 24-70 ve Sony 85 1.8’de aynı şekilde 67mm böylece benim için cillop bir seçim oldu. Bayonette lastik kasket var, böylece toz koruması var anca su koruması yok lensin. Lensin dışı satenimsi tok bir plastik. Dokunma hissi metale göre ucuz duruyor ancak kalitesiz duruyor dersem haksızlık olur. Ağırlığı 420gr.

Biraz Özellik

Lens sabit 2.8 diyaframa sahip ve diyafram bıçakları 9 adet dairesel bir bokeh sağlıyor. 17mm’de iken 19 santimetreden netlik yapabiliyor, 28mm’de iken ise 27 santimetreden netlik yapabiliyor. Bu veriler odak çizgisine göre, lensten sonra neredeyse 6-7 santimetreden netlik yaptığını videomda görebilirsiniz özellikle 17mm’de iken.

Lens odak değiştiğinde, dışarı doğru çıkma yapmıyor. Tüm hareket, sabit kasanın içerisinde kalıyor. Bu gimbal kullananlar için iyi bir şeymiş, onların yalancısıyım. Bilen varsa çıksın ortaya. Lens içeri doğru gittiği için toz girer diyenler var, uv filtre ile bu çözülebilir sanırım. Tamron bu detayı düşünmüştür diyorum artık.

Ebat olarak hafif, küçük denebilecek boyutta ve f2.8 diyaframa sahip bir lensten bahsediyoruz. Fiyat da lense göre güzel. Özellikler iyi duruyor. Video modunda netlemede dışarıdan ses duymak mümkün değil, bunu düşünmüşler özellikle. Videoya da ses gelmiyormuş, henüz onu denemedim ama kameraya ses kaydeden videocu var mı zaten! Yani o kısmı biraz gereksiz olur zaten.

Video sırasında netleme hızı, yavaş denemez. Fotoğrafta ise coşkun bir hıza sahip gördüğüm kadarıyla.

Ön inceleme diyebileceğim bu yazıda daha fazla detay girmeyim, zamanla uzun kullanım yazısı yazarım belki de. Yorumlara bakıcam, ona göre karar vericem.

Bir de bonus yapıyorum, çektiğim deneme fotoğraflarını farklı iso ve diyaframlarda RAW olarak bu linke ekliyorum. Burdan indirip kendiniz yorum yapabilirsiniz bu da benim fotoğraf severlere katkı haneme artı olarak yazılsın di mi ama.

http://bit.ly/tamron-17-28-indir

Bir sonraki yazıya kadar esen kalın. Video kanalıma abone olmadıysanız hayrına abone olun, sayı artsın kompleks yapıyorum.

Sokak Fotoğrafçılığı İçin Gül Yıldız Neler Anlattı?

Seminerlere ve eğitimlere fırsat buldukça katılmayı seviyorum. Fotoğraf alanında Fujifilm Türkiye, çok güzel çalışmalar yapıyor. Ücretli eğitimlerin yanısıra, bir çok ücretsiz seminer, eğitim ve fotoğraf gezisi düzenliyor. Büyükşehirlerde açtıkları mağazalarında, seminer salonları da bulunuyor. Ben de fırsat buldukça, bu güzel çalışmalara katılıyorum. Oldukça misafirperverler, benim makinem Fujifilm değil nasıl katılırım demeyin, kapıları herkese açık. Çünkü herkes birgün Fujifilm’ci olacak diyorlarlardır belki de :).

Eğitimler sırasında kendime notlar alıyorum, hem sonrasında ilgimi çeken konuyu araştırmak için hem de ne demişler “söz uçar yazı kalır”. Aynen de öyle oldu, şimdi yazacağım seminere 23.05.2018’de katılmışım. Biraz belki dağınık olabilir, şimdi nasıl bir metin yazarım tahmin edemiyorum. Notlardan güzel bir derleme yapmaya çalışacağım. Başlamadan, Gül Yıldız Hanım’a kıymetli paylaşımları için teşekkür ederim.

Gül Yıldız, fotoğraf hobisinde başarı sağladıktan sonra, sokak fotoğrafçılığında Fujifilm bünyesinde görev almaya başlıyor.  Hobisi, işi haline geliyor bir diğer anlamda. Sokak fotoğraflarında genellikle siyah-beyazı tercih etse de, renkli fotoğraflarda da bir o kadar başarılı olduğunu söylemeliyim. Artrospektif adlı bir atölye kuruyor, kendi çalışmalarını bu başlıkta değerlendirdiğini anlıyorum anlatımlarından da. Artrospektif ile sergi projeleri de düzenliyor. Kendisi içinde bulunduğu tarzı “street art” olarak tanımlıyor. Street art, şehrin içinde insanın olduğu bir fotoğraf tarzı.

Chiaroscuro adı verilen, 18-19 yüzyılda resimlerde kullanılan karanlık/aydınlık alanları güçlendiren chiaroscuro aydınlatmasını fotoğraflarında kullandığını vurguluyor. Özellikle yağlıboya resimlerde kullanılmıştır. Bu ışıklandırma biçimi Caravaggio‘nun tablolarında kullandığı bir tekniktir. Gölgelerde detayların kaybolduğu, ışıklı alanlarda objelerin öne çıkarıldığı bir teknik diyebiliriz sanırım.

Sokak fotoğrafçılığı konu olduğunda, herkesin aklına hemen pahalı bir Leica’m olsa da Ara Güler gibi harikalar yaratsam gelse de, işin çözümü maalesef pahalı Leica’da değil. Gül Yıldız bize güzel püf noktalarından bahsederken bakın bize ne söylüyor? Çok bulutlu bir günde havada ışık güçlü olmadığı için ışık gölge fotoğrafının çekilemeyeceğini, ışık ve gölgenin güçlü olmadığı ışık koşullarında, beklediğiniz fotoğrafı elde etmenin zor olacağını vurguluyor. Aynı şekilde, öğle saatlerinde de gölge/ışık fotoğrafının çekilemeyeceğini çünkü ışığında doğrudan yere düştüğü bu yüzden insan ve mekan arasındaki ışık/gölge harmonisinin oluşamacağını vurguluyor. En güzel saatlerin sabah ve ikindi ışık yatay geldiği için uygun zaman dilimi olarak bu saatleri tercih edersek daha başarılı olabiliriz. En iyi saatler ise sabah 9’a kadar, ikindi ise saat 3’ten sonra en iyi zaman dilimi. Yılın her zamanı mevsimi, ışık-gölge fotoğrafı için uygun değil. 15 Nisan ile Ekim dönemi arasındaki dönem, ışık/gölge açısından verimli dönem. Mevsime göre bazen 11’e kadar ışık-gölge çekilebilir, öğleden sonra 2’den sonra da çekilebilir. Mevsime ve bulunduğunuz konuma göre ışık koşullarının değiştiğini dikkate almak gerekiyor.

Tabi bu ipuçlarını verirken, Gül Yıldız’ın kendi tarzına yönelik olduğunu bahsettiğini unutmayalım. Yoksa her zaman sokak fotoğrafı için oldukça uygundur.

İkinci yüzyılda, Çin’de bulunan bir teknikle cama boyama yapılıyordu. Bu camın arkasından önceleri gazyağı ışığı ile elde edilen görüntü bir perdeye/duvara yansıtılıyordu bu sayede bir nevi fotoğrafın yansıtılması bulunmuştu. Sonraları, bu görüntülerin seri şekilde yansıtılması ile sinemanın temelleri atılmış oldu. Daha sonra fotoğrafın icadı ile bu teknik başka bir şekle büründü ancak mantığı aynı kaldı. Bu tekniğin kullanıldığı aletin ismi “büyülü fener” (lanterna magica). Gül Yıldız, seminer sırasında büyülü fenerden bahsedince, kısa da olsa ben de sizlere aktarmak istedim. Bilgimiz olsun.

Aydınlatma teknikleri:

  1. Cameo Aydınlatma: Cameo aydınlatması tek bir noktanın aydınlatılması olarak görülebilir. Kadraj içerisinde bir nesneye özellikle dikkat çekmek isteniyorsa Cameo Aydınlatması vazgeçilmezdir. Aydınlatılan nokta haricinde ışık yoktur, karanlıktır.
  2. Notan Aydınlatma: Fotoğrafın ya da videonun, her yerinin görünecek şekilde eşit olarak aydınlatılmasıdır.
  3. Silüet Aydınlatma: Cameo aydınlatmasının tersi olarak düşünülebilir. Cameo aydınlatmasında fon tamamen karanlıkken, Siluet aydınlatmasında fon aydınlıkken nesneler karanlıktır. Ayrı bir derinlik duygu ve anlam katmaktadır.
  4. Rembrandt Aydınlatma: Rembrandt aydınlatması bir noktadan yüzün yumuşak olarak aydınlatılması olarak algılanabilir. Bu aydınlatma türünde yüzün bir tarafına karanlık düşürülerek aydınlatma sağlanmaya çalışılır.

Tanım kısmını geride bırakıp, bunların ne anlama geldiğini Gül Yıldız’ın anlatımından duymaya devam edelim. Caravaggio’nun “Judith Holofernes’in Başını Keserken” tablosuna bakalım birlikte:

Chiaroscuro aydınlatmanın kullanıldığı tabloda, ressam sadece neyi öne çıkarmak istiyorsa onu aydınlık bırakmış detayları ve göstererek izleyicinin dikkatini dağıtmak istemediklerini karanlıkta bırakmıştır. Böylece üç boyutlu bir görüntü yakalanmaya çalışılmıştır ve kontrastı yüksek bir tablodur.

Sokak fotoğrafında, bu tekniği nasıl kullanabiliriz? Özneyi aydınlıkta tutabileceğimiz, öne çıkarmak ve dikkat çekmek istediğimiz objenin ışık aldığı, ancak önemi daha düşük olan bölgelerin ise karanlıkta kaldığı sokak sahnelerini oluşturabiliriz. Bunun için, gözümüz ışık ve gölgenin bize bu ışığı verdiği yerleri aramalı.

Işık ve gölgenin güzel etkilerini görebileceğimiz Rembrandt eserlerinden “Gece Devriyesi”

ve yine Rembrandt’tan “Emmaus’ta Akşam Yemeği”

Esasında, fotoğrafçılığa en çok ilham veren resim sanatını ihmal etmememiz gerektiğini bu örnekler ile Gül Yıldız sayesinde bir kez daha hatırlamış oluyoruz. Kendi adıma, üniversite yıllarında okuduğum resim sanatı ve resim sanatına yön verenleri bir kez daha hatırlamak için kitapların arasına kendimi bırakmak istiyorum, ilk fırsatta.

Gül Yıldız, renkli sokak fotoğrafı için tercihlerimizde kontrast renkleri birlikte kullanabileceğimizi söylüyor. Esasından siyah ve beyaz gibi, kontrast renkler diğer renkler arasında da mevcut örneğin mavi ile kırmızı ile yakalanabilecek kontrast bir fotoğraf da, bir siyah beyaz fotoğraf etkisini ve tadını verecektir. İkili kontrast renklerin birlikte kullanılması ile örneğin sarı-kırmızı (Fenerbahçe’li dostlar fotoğraf konuşuyorum, üzerinize alınmayın) ile güçlü kontrast fotoğraflar elde edilebilir.

Sert geçişler yerine fotoğrafta yumuşak geçişlerin olduğu sokak fotoğrafını da unutmamak ve ihmal etmemek gerekiyor. Burada verdiği örneği arasam da bulamadım belki sizler biliyorsanız, bu kısmı geliştirebiliriz: DaVinci sufimoto tekniği ile çizimlerinde tonların geçişli olarak elde edilmesini sağlayabiliyordu. Aramalarımda bu tekniğe ilişkin bilgi bulamadım.

Fotoğraf çekiminde ışık koşullarının yanısıra, arka planı oluşturan görseller de önemli. Bazı etkinlikler oldukça güzel görüntüler verebilir, ama dikkat edilmesi gereken etkinliklere “herkesi gittiği gün değil, herkesin gidemediği gün” gidebilmek önemli. Örneğin Pavli Panayırı’na gitmeyi düşünüyorsanız hafta sonu yerine planınızı hafa içi bir güne yaparsanız herkesin çektiği fotoğraflardan çok daha iyisini çekebilirsiniz. Sokak fotoğrafı konusu belki sayılmasa bile, fotoğrafçı sayısının artışı, fotoğraf çekmeyi zor hale getirirken fotoğrafa konu insanlar üzerinde de memnuniyetsizlik yaratabiliyor.

Sokak, stüdyo gibi ışıkları düzenlenmiş bir sahne değil. Bu sebeple, ışık farklı şekilde dağılabiliyor. Sokak fotoğrafında, eğer tek noktada ışık fazla ise pozlama sırasında bu dikkate alınmalı. Önlem olarak, ışık pozlaması ışıklı bölgeden alınabilir.

Cameo aydınlatmasına geri dönersek, cameo esasında bir uygulama türü. Mücevher kolye yapımında kullanılan bir teknik, taş üzerinde yapılan oymalar oluşturuluyor. Sonucunda da, aslında hepimizin mutlaka bir defa gördüğü bu tip kolyeler yapılıyor. Cameo aydınlatma; tonlar sert, genellikle siyah fon önünde aydınlanmış bir obje ile ışık geçişleri olmaksızın oluşturuluyor. Cameo aydınlatmaya bir örnek verelim, gözümüzde iyice canlansın:

Rembrandt aydınlatmada geçişler bulunmaktadır. Kimi zaman arka plan daha önemli olabilmektedir. Cameo aydınlatmada arka plan siyah veya beyazdır, model ile kontrast oluşturması beklenir. Boyut etkisi, geçişler ve arka plan olmadığı için neredeyse yok gibidir. Rembrandt aydınlatmayı da görelim, gözümüzde o da canlansın:

Notan aydınlatmada, bir nebze cephe ışığı gibi denilebilir. Obje veya sahnenin karşıdan aldığı ışık diye düşünülebilir. Daha düz bir aydınlatmadır, “flat light” da denilebilir. Gölge yapmaz, boyut ve derinlik etkisi yoktur. Işığın tepede geldiği durumda, elde edilemeyecek ışık türüdür. Gölge yapmayan bir aydınlatmadır.

Genellikle televizyonda, sit-com ve komedi türü programlarda kullanılmaktadır. Silüet aydınlatmada fon aydınlıktır, objemize ışık arkadan gelmektedir. Bu sebeple, objemiz karanlık olmakla birlike konturları belirgindir. Silüet fotoğrafı diye anlandırılan fotoğraflar, bu ışık koşullarında çekilmektedir.

Yukarıdaki fotoğraf, örnek bir silüet fotoğrafıdır. Fotoğraf makinesi elimizde iken bu koşulları oluşturabilmek için spot ölçüm modundayken aydınlık noktadan, yukarıdaki fotoğraf için söylersek denizden veya gökyüzünden ölçüm almalıyız. Bu sayede makine pozlamasını aydınlığa göre yaparken, silüetini almak istediğimiz bölgeleri karanlık bırakmış olacaktır. Işığın makinemizin arkasından geldiği koşullarda bu fotoğrafı elde edebilmemiz mümkün değil çünkü bu durumda silüetini almak istediğimiz objelerin üzeri ışıkla boyanırdı ki bu durumda silüet için gerekli koşulların oluşmadığını gösteriyor bize.

Gül Yıldız, anlatımına devam ederken siyah beyaz fotoğrafta tercih ettiği dört konuyu şöyle özetliyor:

  1. Form fotoğrafları
  2. Silüet fotoğrafları
  3. Işık-gölge fotoğrafları
  4. Yağmur fotoğrafları

Silüet fotoğraflarında, hareket anının güzel görüntü verdiği ve objenin hareket halinde silüeti oluşturduğu kareleri beğendiğini belirtiyor. Silüet fotoğrafı için geometrik şekiller birebirdir. Fotoğrafı formlarla dolu hale getirecektir. Silüet fotoğrafını, su etkisiyle de oluşturmak farklı görüntüler elde etmemizi sağlayacaktır. Yakalayacağımız farklı afişler önünde de silüet fotoğrafları elde etmek mümkün. Gölgelerin uzadığı saatlerde veya alt geçitlerde iyi silüet sahneleri yakalanabilir.

Işık-gölge fotoğrafında zamanlamayı iyi yapmak gerekiyor. Işık-gölge fotoğrafında objenin gölgeli alanda olduğu ve kendi üzerinde ışığın olduğu an, doğru zamanlamadır, Gül Yıldız bu anı şöyle tanımlıyor: “objenin gölgeye girdiği an ya da henüz çıkmadan önceki an da iyi çekilir”. Dramatik etkiyi vermek için, duran model fotoğrafta beklenen etkiyi verecektir.

Fotoğrafta, son yirmi yıldır daha fazla gördüğümüz minimalizm etkisi fotoğraf kadrajlarını etkilemektedir. 1/3 kuralı, minimalist fotoğraflarda ufuk çizgisini aşağıya doğru zorlamaktadır.

Fotoğrafları görmek için, Gül Yıldız ve Artrospektif Instragram hesaplarına isimlerin linklerine tıklayarak bakabilirsiniz.

Ve böylece, sokak fotoğraflarını beğendiğim Gül Yıldız’ın seminerinden alabildiğim notlarımı sizlerle paylaştım. Bazı bölümler belki kopuk olabilir, affola. Katkılarınız olursa sevinirim.

Kendisine ve Fujifilm’e teşekkür ederim bu imkanı biz fotoğraf severlere ücretsiz sundukları için.

Flaş Tetikleyiciyi Çöpe Atmak mı Yoksa Tamir Etmek mi?

2006’da İFSAK’a yazıldığımda kurs için makine lazım mı diye sormuştum danışmaya. O zaman Çetin Bey ilgileniyordu kayıt işlemleriyle yanlış hatırlamıyorsam. Ben de aldım Zenit 122’imi gittim, madem fotoğraf makinesi lazım dedim. O yıllar DSLR makinenin artık favori olduğu (şimdi aynasız ne ise) yıllardı ve herkes getirmişti allı güllü dijital makinelerini. Ben o an, Banker Bilo filmindeki İlyas Salman’ın Şener Şen’e ezildiği anlardaki gibi kaldım tabi. Dersi Barış Şimşek veriyordu yine yanlış hatırlamıyorsam. Günlerden bir gün kursta ışık koşullarına göre diyafram enstantane bir de iso -buraya sonra dikkat çekicem unutma- ayarlarını anlattıktan sonra ışık koşullarını söyleyerek olması gereken enstantane ve diyafram ayarlarını sormaya başladığında ben ezberden tüm koşulların f/e ayarlarını söyleyince hoca da şaşırmıştı. Dijital ile henüz tanışmadığım için babamın bana öğrettiği ve hazır kalıpların yazılı olduğu mini Kodak el kitabından epey bir bilgiyi kafama yazmıştım. Peki ya iso? İşte o bende yoktu, sebebini fotoğrafa analogla başladıysan bilirsin. 200 asa ayarlarını ezberleyip (benim gibi amatörler için söylüyorum, kızım sen anla) çekersin.

İşte bu uzun girişimden sonra konunun, analog bir mevzuya varacağını tahmin etmişsindir. 2007 yılıydı sanırım, Muammer Yanmaz profesyonel fotoğraf kursu ve Saygın Dura stüdyo fotoğrafçılığı kursundan sonra ben stüdyoda fotoğraf çekeceğim gazla doldum taştım.

Her zamanki derin arama tarama sistemimle, önce sıfır ekipmanlara bakıp hazin sonuçla karşılaşmam çok zamanımı almadı. Profesyonel işim olmayan bir alanda çok para harcamak istemedim “haliyle”, burdan hobisine değer vermeyen adam profilini çizdin mi bana? Yapma, ben de senin gibiyim :). Madem öyle bir de yüzümü ikinci el piyasasına döneyim diyerek Sahibinden’in dibine vurdum desem yeridir. İncin cincik ederek araştırdım epey ve iki ay sonra Erdem’in ilanının kurbanı oldum. Bir ışık yerine toplamı altı paraflaş, softboxlar, stüdyo tripodu (kendisi vardır bir elli kilo, yerinde ağırdır), birleşince güzel duran ama ayrılınca tekrar birleşmeyen still-life masası yani yok yoktu satılıklar arasında. Ben de aramaya karar verdim, şöyle düşündüm aslında belki birkaç tanesini alır gerisini almam dedim. Üsküdar’da bir ofisleri vardı, belki bilirsin FlyCam firmalarının adı. Atladım arabaya gittim. Malzemeleri bir arada görünce içimin yağı eridi tabi. Fiyat fazla gelsede ihtiyacım olandan fazlasını almış olacaktım ki bu tam da tüketim toplumu olmanın gereğiydi. Ben de gereği yerine getirdim. Fiyatta anlaştık ve tüm ekipmanları hatchback arabama tıka basa yerleştirdim. Böyle işlerde heyecanla aldığın şeyleri arabaya koyarsın da, sonra ordan alıp eve taşımaya gelince bir yorulursun ya ben de bu olaya şaşırırım hep. Aldığım yer giriş katıydı ancak ekipmanları koyacağım evim Fındıkzade’de 5nci kattı. Herşey için in çık o kadar zor değildi de, o stüdyo tripodu (tripod denmez herhalde ona, daha çok t gibi) beni öldürdü. Onu o gün oraya taşımamdan sonra bir de ordan Unkapanı’na taşınırken taşımam var ki beni mahvetti.

Herşey bir güzel kurdum ampulü patlak olan bir tanesini yaptırdım Sirkeci’de. Sanırım adı doktordu, yıllarca Hensel Türkiye’de çalışmış müthiş bir adam vardı Hayyam Pasajı arkasında, rahmetli olmuş Allah rahmet eylesin. Herşeyi bir güzel kurdum ama bir tek eksik vardı o da perde, onu da Ikea ve İMÇ konsorsiyumu kapsamında çözdüm. İdare eder oldu, ama gerçek bir perdeye ulaşmam yedi sene sürdü.

Paraflaşları tetikleyen bir tetikleyici de aldıklarımın arasında vardı. Geçtiğimiz günlerde bir çekimde iki ileri mehter marşı şeklinde çalıştığını gördüm. Bir defa tetiklerse diğerinde tetiklemiyordu. Artık bozuldu herhalde derken, acaba hangi tetikleyici alsam diye AliExpress’te dolaştım ve beğendiklerimi Facebook 40 Haramiler grubumuzda paylaştım tabi neden almam gerektiğinden bahsettiğimde gelen bir yorum beni düşünmeye sevk etti. Pilini kontrol ettin mi dedi Fatih. İşte bu neden benim aklıma gelmedi ki, akıl akıldan üstdündür. Akıl tutulması yaşamaşım herhalde, nedense elektriğe bağlı olunca bir tarafı, pili yoktur diye mi düşündüm ki? Pil gittim aldım, yok ya ne gidicem AliExpress’ten sipariş verdim ki bir ay bekleyim diye. Taktım gelen pili ki ne göreyim, durum aynı. Moraller yerle bir tabi. Ben bunu bir sökeyim dedim, söktüm de. Orda bir lehimi kopmuş kablo gördüm soket kısmından gelen kabloda. Peki havya var mı, şehim var mı, lehim pastası var mı yok tabi ki. Kendi kendime “ya ne uğraşırsın git al bir tetikleyici olsun bitsin” bir tarafımda “ne oldu mücadeleci Celal’e” diyordu.

Bir tarafım kazandı diğer tarafım kaybetti, gittim lehim havya aldım geldim ve en sevdiğim kısma geldim. Bozma riskli tamir faslı, hep ilgimi çekmiştir. Bu denemeler sonunda, istatiski olarak genelde başarılı olmuşumdur. Ben de buna güvenerek, ama lehim yapmayı bilmezliğimi göz ardı ederek bu işe giriştim.

Harika bir lehim değil, farkındayım ama işimi görecek kadar da yapmamış mıyım?

Kabloyu devrede bağlı olması gereken yere basitçe tutturdum. Tabi uçlarını düzgün yapabilmek için normalde bağlı olanın lehimini koparmak zorunda kaldım ama sorunsuz lehimleyebildim. Sonuç ne mi oldu dersen, bence lehimde hata olmasa da cihaz mehter yürüyüşünden vazgeçsede her defasında çakmıyor gibi. Ya da ben, flaşın dolma süresini unutmuşum. Epey zamandır paraflaş kullanmıyordum, unutmuş olabilirim.

Muzaffer bir lehimci edası takınarak, yıldız tornavidamla tetikleyicinin vidalarını kapatıp bu bahsi de mevzu hakkındaki bilgimi güncelleyene kadar algılarımı açık bırakıyorum.

Kıssadan hissemiz ne olsun ki bu olayda?

a) Uğraşma bu işlerle, git sıfırını al.

b) Mücadeleyi bırakma, uğraş.

2018 Muhasebesi, Kendim ve Blog Hakkında Değerlendirmem

Merhaba, 2019 yılın kutlu mutlu sağlıklı olsun. 2018 senin için nasıl geçti bilmiyorum ancak benim için yeniliklerle geçti. Mesela, kızım oldu. En büyük değişiklik buydu. Evet, fotoğrafa az zaman ayırabildim, ama bu beni çok da üzmedi nasılsa güzel bir bahanem var di mi?

2018’in bir muhasebesini yapmam lazım dedim bugün kendi kendime. Plan yapmadan ilerlemek doğru değil pek tabi ki. Bunu biliyorsun di mi? Şimdiye kadar bloğum için çok plan yapmadım, bak ben bilmiyormuşum ama bir yerden başladım öğrenmeye. Sanırım geç değildir. Şimdiye kadar gönlümden geçtiği gibi ilerledim. Beni motive eden kısmı, yaptığım incelediğim ve öğrendiklerimi seninle paylaşmak ve senden de buna bir katkı görebilmek(ti). Katkın, yorumla olabilir mesela. Düzeltirsin, eklersin veya akıl verirsin “şu şöyle değil, bak şurda böyle birşey var onu gördün mü” gibi. Ama sağolasın sen pek öyle değilsin. Yani sen değil de, az önce okuyan öyle değil. Sen öyle şey yapmazsın. Aslında bunu kabahatlisi sen değilsin belki de. Suç benimdir, suçlu lazımsa. Demek ki öyle bir iletişim kuramadık, kuramamışım. Aslında seninle iletişim kurmayı istedim, ama sana gösteremedim demek ki. Çok gizli kalıyorum belkide. Kurumsal hayatın verdiği “kurumsallık zımbırtısı” çok yapışmış olabilir üstüme, bunu bilemiyorum gerçekten.

Kimim ben? Belki tanışırsak sen de seversin 🙂 Ben şehir plancısı mimarlık fakültesi mezunu gayrimenkul değerleme uzmanıyım. Tam zamanlı işim, gayrimenkullere değer biçmek. 2005 yılından beri bu işi yapıyorum. Phardon ise benim hobim. Oyuncağım. Fotoğraf ve sonrasında video hayatıma 2006 yılında, yoğun bir iş gününde girdi. 1998’den beri çektiğim fotoğrafı daha düzenli yapmak daha doğrusu öğrenerek yapmak istedim. Erkan abi, bana Muammer Yanmaz’ı önerdi. Muammer ile Erkan çocukluk arkadaşı olunca, Muammer’de bana her zaman samimi davrandı ve öylece 40 Haramiler dünyasına girdim. Dünya dediğim doğrudur, dünya gibi kocaman ve kalabalıktır. Tek farkı ise, 40 haramiler samimidir dünya pek öyle değil artık.

İşte o gün bugün fotoğraf hayatımda hobi olarak gidiyor. Makinesiz tatile, sağa-sola gitmek istemem. Etrafımdaki dostlarımı da belki fotoğraf çekicem derken, üzmüş olabilirim. Ama ailem (annem-babam-eşim) hep destek oldu, fazlasıyla anlayış gösterdiler ve gösteriyorlar. Yani hala bıkmadılar benden.

Bir çok sitede paylaşımlar yaptım eskiden Fotokritik vardı, sonra NetFotoğraf, FlickR, DeviantArt, Behance, 500px derken bugünlere geldim. Sonra Instagramı denedim. Ama şunu anladım, -bunları okuyunca sen de anlamışsındır- bu siteler geçip gidiyor. Hele ki Instagram gibi arama motorlarınca indekslenmeyen sitelere yaptığın yatırımlar -emeklerimi bir yere harcıyorsam bu da bir yatırım sayılır değil mi?- hep boşa gidiyor. Bu sebeple kendime bu bloğu açtım. Aslında adı başta celalerdogdu.com idi. Ancak zamanla adım internette arandıkça daha çok hobim olan site, işimin önüne geçiyor diye bunu farklı bir isimle yapayım insanlar karıştırmasın dedim. Facebook’ta yaptığım paylaşımlar sonunda beni fotoğrafçı sanan ilkokul, ortaokul ve lise arkadaşlarım vardı. Bu iş yanlış yere gidiyor diye düşündüm ve ben buna bir isim bulayım dedim. Phardon bu şekilde doğdu. Ne demek mi? Phardon! “Şakalar gülmeler” gırla gitsin burda, içinden çıkılmayacak paradoksa girilsin phardon-pardon karmaşası ile. Çok anlamlı bir kelime değil. Biliyosun bu işleri, önce .com’u boş olacak. Sonra hatırda kalacak, başkası almamış olacak, aman tescilini de yapayım derken, “uydurdum” işte. Rahatlamışsındır, söylettiğin için belki ama gerçek bu. Ama kaba etimden uydurmadım, teknik var arkasında. Anlatayım ikna olursun ph:photography ar:architect d:design on:açık-live “mimarlık fotoğraf tasarım işte şimdi yayında” dedim ve bu ismi buldum, yersen. Sence kötü mü? Ben alıştım, sevdim. Hem artık Türk Patent’ten tescili bile var.

Bu blogtaki ilk yazıyı 2013 Ekim ayında yazmışım. O günden bugüne tam 202 yazı yayınlamışım, sanırım 7-8 tanesi hariç, hepsi benim yazılarım. 7-8 yazıyı Ardıl, Fatih, Şafak ve Nazan yazdı. Ben daha kollektif bir mecra olsun istedim ancak hayat telaşesi be! Herkes zaman ayıramıyor. Zaman zaman yazsalar da ben mutlu oluyorum katkılarını gördükçe. Ama gördüğün gibi asıl itekleyen ben oluyorum bu durumda.

Çok mu uzattım, yoksa hoşuna gidiyor mu okumak bilmiyorum. Bir ses ver de anlayım, yorum yaparsın aşağıya. Devam ediyorum anlatmaya.

Şimdi geliyorum 2018 yılında ne yapmışım sorusuna cevap aramaya. 23 tane yazı yayınlamışım bunların 10-12 tanesi YouTube’da videolarını çektiğim içeriklerin tanıtımı veya tam metinleri şeklinde. Yani iki mecraya hitap etsin diye içim içimi yerken yorulduğum içerikler bunlar. Geri kalan 11 tanesi ise, bloga özel içerikler. Aslında verimsiz bir yıl olmuş diye düşünüyorum. Sayısal çokluk belki önemli değil biliyorum ama iletişim için harcadığım facebook ve instagram zamanlarını buraya ayırsaydım belki daha faydalı olurdu. Sen de bu ikileme düşmüyor musun zaman zaman? Belki blog vs gibi bir platformun yoksa, instagram iyi bir seçenek olabilir. Ama ben şuraya takılmış durumdayım, instagram bugün var yarın yok ve içeriklerin “çok hızlı harcanıyor” be arkadaş.

2018 yılının blog açısından muhasebesini yapmak istiyorum. Seninle de paylaşıyorum belki bir fikrin vardır ve dersin ki “arkadaşım o zaman bunu şöyle yapman lazım” ben de dinlerim elbet. 23 adet yazımın olduğu blogum 22516 kişi tarafından ziyaret edilmiş. Bunlar genelde farklı kişiler, bu kişiler 25519 defa gelmiş. 1,13 ziyaret yapmış okuyucular. Burdan çıkardığım sonuç, sadakat sıfır. Demek ki sevmemişler. Gelmeye değer bulmamışlar, yazıklar olsun onlara.

Gelen okuyucular, 34519 sayfama bakmış. Kişi bazında bakarsam 1,53 sayfa okumuş gelenler. Bu da az, değil mi. Geldin siteye, niye o kadar az okudun? O kadar yazmışım. Demek ki, konu devamlılığı yok diyebilir miyim, ne dersin? Şöyle mi oldu acaba, okuyucu geldi, fotoğrafla ilgili okudu ama devamında başka yazıyı okumaya değer bulmadı. Olabilir mi?

Demografik olarak da bakalım, okuyucuların %67’si erkek ve %32’si kadın (etti mi sana %99 ahaha gerisi nerde). Yaşlarına bakarsak 25-34 yaş %38 ile en büyük kitle, sonra 18-24 %26, 35-44 %19 oranında. Türkiye %88 okuyucuların geldiği ülke. Bilgilerde 105 günlük veri yok, bu sebeple sayılar yanlış ama oranlar doğru:

Okuyucular nerede okumuşlar yazıları bir de buna bakıyorum ki %49 mobil cihaz kullanılmış:

En son istatistik verisinde de hangi sayfalar ne performans göstermiş diye baktığımda 5 yazının %40 okuma ile öne çıktığını görüyorum ki bu yazıları 2018’de yazmadım daha eski yazılarım:

Şimdi, takkeyi öne koyup düşünüyorum ne yapsam diye. Öncelike ne yapsam da çok okunsa değil düşüncem onu net söyleyebilirim. Okunur okunmaz çok sorun da değil. Bu bir yazılı kaynak, evde bir sürü kitap var okuyor musun hepsini? Bu da öyle olabilir. Herşey okunmayabilir ama amaç eğer faydalı olmak ve bu faydayı sağlarken enerjimi efektif kullanmaksa amacım, enerjimi ve vaktimi “doğru kanalize etmeliyim” değil mi? Şimdi soruyorum, sen olsan naparsın? Fikrini merak ediyorum, çok düşünme ilk aklına gelenle çok düşündüğünü farklı zamanlarda yazabilirsin. Yazı burda, kaçmıyor bir yere.

Benim aklıma gelen, önce tasarım açısından senin okurken rahat edeceğin yazı büyüklüğü, rengi ve yerleşimler gibi detayları düşünmek olacak. Sonra mobilde nasıl okunuyor bunu da artık ele alacağım. Bir başka ama en önemli konu da “daha sevdiğim” ama “devamlı yapabildiğim” içeriklerimin üzerine düşmeyi düşünüyorum. Fotoğrafı daha ön plana çıkarmayı, daha fotoğraf konuşmayı ama teknolojiyle ilgili konuları da haber sitesi gibi olmadan bahsetmek istiyorum. Ne dersin?

2019 sana mutluluk ve sağlık getirsin. Ben burdayım, unutma burayı. Sevgiler.

Temmuz Ayında Adana’da Düğün :)

Mustafa 13 Temmuz’da evleneceğini söyleyince aklıma hemen Adana’nın sıcağı geldi. İnsanı bunaltan sıcaklar, yazın yerli halk genelde yaylara çıkıp orada yaşamakta.  Mustafa evlenecekken benim de gitmemezlik yapmam olmazdı. Tabii ki gitmişken Adana yemeklerinin de tadına bakmak gerekecekti.

Adana’ya yemek yemeği seven arkadaşım Görkem ile gitmeye karar verdik, öncesinde nerelere gideceğimiz konusunda biraz araştırma yaptım. En büyük kaynak Instagram’dı, instagram da belirlediğimiz yerlere gidecektik.

Sabah 6 Adana uçağına bindiğimizde yaşayacağımız 30 dakikalık rötardan haberim yoktu, aklıma sadece ciğerler bitmeden yetişebilecek miyiz vardı.

Saat 8 gibi ilk durağımız olan Ciğerci Kel Mahmut’ a geldik, ben geçen sene yine aynı yere gidip kıyma kebabı (Adana Kebabı) yeme şansını elde etmiştim. Bu sefer ki amacımız sadece ciğer yemekti. Şansımıza gittiğimiz saatte ciğer vardı, ciğeri de kıyma kebabı gibi çok güzeldi. Saatlerce oturup yiyebilirdik lakin bizim gitmek istediğimiz daha çok durağımız vardı.

    İkinci durağımız Adanalıların uzun zamandır bildiği bence benim ve diğer insanların instagram sayesinde keşfettiği Levent Börekçiliğe gittik. Aslında instagram sayesinde Adana’nın sadece kebabı ve şalgamı dışında böreğinin de çok güzel olduğunu öğrendik. Adana böreğinin keşfedilmesi biraz uzun sürmüş. Kel Mahmut ve Levent Börekçilik arası zaten yürüyerek 3 dakikaydı. Önce sıra numaramızı aldık ve sıranın bize gelmesini bekledik, çok beklememize gerek kalmadan böreğimize kavuştuk. İstanbul’da ki şubelerine göre bence tadı çok daha iyiydi. Bir oturuşta rahat 1 kilo börek yiyebilirsiniz. Peynirli, Kıymalı ve karışık börekleri bulunmakta. Otururken kuyruk hiç eksik olmadı.

Levent Börekçilik’ten sonra küçük saatin oraya gitmek için minibüse bindik, küçük saatin oraya gittiğimizde çalışanlar fırından yeni çıkmış dumanı üzerinde olan ekmekleri ile dükkânlarını yeni yeni açıyorlardı. Biraz çarşının oralarda dolaşırken seyyar tezgâhlarda satılan buz kalıplarının üzerinde bulunan diken incirden yedik.

Biraz daha dolaştıktan sonra Kazım Büfe’ye gidip muzlu süt içmeye karar verdik, genelde yapılan yorumların iyi olduğu bir yer. Bizim için gitmesek te olurdu dediğimiz bir yer. Yengen tostunun muzlu sütten daha çok satıldığı bir yerdi:)

Biraz ara verip kahve içip dinlenmeye karar verdik, dinlendikten sonra bir  sonra ki durağımız olan Hiton Oteli’nin karşısında bulunan Kaburgacı Yaşar Usta’ya gitmek için yürümeye karar verdik. Yolda yürürken Sabancı Camisi ve yanında bulunan büyüklüğü ile Türkiye’nin en büyük parklarından  merkez parkını da gördük. Caminin hemen kapısında benim için meyan kökünden yapılan  biyan şerbeti Adanalılar içinse aşlamadan içtik. Adana’nın sıcak havasında serinlemek için birebirdir.

Kaburgacı Yaşar Usta’ya giderken yolda karpuzunun tanesinin 5 TL’ye satıldığını görmek traji komik geldi bana.

Yaşar Usta’ya gittiğimiz zaman ortaya karışık kebap söyledik, 4 çeşit kebap geldi. Adana’da kebap ile gelen yancı yemekler siz söylemeden hemen gelmekte. Kebapçı Yaşar Usta’ya çok büyük bir beklenti ile gitmiştik, gerçeği söylemek gerekirse bizim için hayal kırıklığı oldu. 4 kebabın tadı da iyi değildi, ya bizim şansızlığımıza kötü geldi ya da gerçekten beklentilerin altında.

Kaburgacı Yaşar Usta’dan sonra büyük saate doğru yürürken yolun kenarında bulunan bici biciye uğradık. Bici bici rendelenmiş buz, nişasta, pudra şekeri ve şerbetten oluşan çok hafif serinletici bir tatlı.

Büyük saate gelmeden hemen yanında bulunan çay bahçesinde çay ve soda içerek yediklerimizi biraz daha hazmettik.

Büyük saatin orada bakırcılar çarşısın içinde dolaşırken Cumartesi akşamı ve Pazar günü çarşının için de kalaycı dükkanlarının önüne ciğercilerin mangallarını yakıp kürsüleri sokağa atıp servis yaptıklarını öğrendik. Belki bir daha ki gidişimiz de oraya da uğrararız.

Bakırcılar çarşısının içerisinde bulunan Yeni Uğur Helvacısından cezerye ve Madonna lokumlarımızı da almayı ihmal etmedik. Çarşı içinde dolaşırken seyyar tezgahta bici bici gördük tabii ki tekrardan yedik: Adana’da belki en güzel yemekler seyyar tezgahlarda yapılmakta.

Biraz daha dolaştıktan sonra acıktığımız fark ederek 🙂 Kazancılara gidip oturduk. Orada sadece kıyma kebabı, kaburga ve sonradan güveç söyledik. Güveç gerçekten efsane olmaya aday. Tabii ki otururken bir iki kadehte bir şeyler içtik.

Artık benim asıl amacım olan  Mustafa ve Pelin’in düğününe gitme zamanım gelmişti, damadın sağdıçlardan biri olduğum için düğünden hemen önce düğün alanı olan weddingpanorama parkta olmam gerekiyordu. Düğüne uygun kıyafet değişikliğini yaparak düğün alanına gittiğimde gelin ve damadın henüz gelmemişti. Bende gelin ve damat gelene kadar manzaranın tadını çıkardım.

Gelin ve damat geldikten sonra gün batımından hemen önce nikahları kıyıldı, gelin ve damat biraz dinlendikten sonra ilk dansları için tekrar aramıza katıldılar. İlk dans sonra gerçek anlamda düğün başlamış oldu ve herkes kendini piste attıJ. Benim uçağım erken olduğundan dolayı düğünden biraz erken kalkmak zorunda kaldım, tabii ki aklım düğünde kalmadı dersem yalan olur.

Havanalına doğru giderken Şırdancı Bedo’ya uğramasak olmazdı. Mumbar ve şırdan yemeden Adana’dan ayrılamazdık. Sabah 8’de başladığımız yemek ve düğün maratonunu Bedo’da sonlandırdık. Aklım yediklerimden daha çok yemediklerimde kalarak uçağa binip tekrar İstanbul’un karmaşasına geri döndük.

Mustafa ve Pelin bir ömür boyu mutlu olsunlar:)